Tıp Fakültesi Tez Koleksiyonu
Bu koleksiyon için kalıcı URI
Güncel Gönderiler
Öğe Toplum kökenli pnömoni tanısıyla yatırılmış hastaların balgam kültür sonuçlarının değerlendirilmesi ve üreyen etkenlerin yatış süresi ile ilişkisi(Düzce Üniversitesi, 2024) Altundal, Muhammet Musa Bekir; Güleç Balbay, EgeAmaç: Toplum kökenli pnömoni (TKP), yeni antibiyotikler ile tedavi ve immünizasyon yöntemlerindeki gelişmelere rağmen tüm dünyada en önemli mortalite ve morbidite nedenlerinden biri olmaya devam etmektedir. Ülkemizde TKP olgularını kapsayan çalışmalara bakıldığında, etiyolojik ajan saptama oranlarının %21-62.8 arasında değiştiği görülmektedir. Bu çalışmada bir üniversite hastanesinde TKP tanısı ile yatırılmış hastalarda balgam kültür sonuçlarının değerlendirilmesi ve etkenlerinin yatış süresi ile ilişkisini araştırmak amaçlanmıştır. Gereç ve yöntem: Ekim 2022- Kasım 2023 tarihleri arasında Düzce Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Göğüs Hastalıkları Kliniği'nde TKP tanısı ile yatarak tedavi gören hastaların verileri prospektif olarak değerlendirildi. İstatistiksel değerlendirmeler için SPSS 22 ve R version 4.1.1 programları kullanıldı. Bulgular: Yaş ortalaması 71.3±14.1 olan 298 hastanın %67.1'i erkekti. Hastaların %73.8'i balgam kültür örneği verebilmişti. Kültür örneği verenlerin %45.5' inin sonucu pozitifti. Kültür üremesi olan 100 hastada en sık etkenler sırası ile Pseudomonas Aeruginosa (%21), Klebsiella Pneumoniae (%17), Escherichia Coli (%6), ve Stafilokokus Aureus (%6) idi. Kültür üremesi görülen grupta yatış süresi üreme görülmeyen gruba göre anlamlı düzeyde daha yüksekti (p<0.05). Kültür sonucu pozitif olan ve olmayan grupta akut faz reaktanları (CRP, WBC) bakımından anlamlı düzeyde fark yoktu (p>0.05). Kültür sonucu pozitif olan hastalarda pnömoni ağırlık indeksi (pneumonia severity index-PSI) risk skorunun yüksek olmasının yanı sıra PSI risk skoru 5 olanların (%26) ve CURB-65 risk skoru 4 olanların (%8) oranları anlamlı olarak daha yüksekti (p<0.05). Kardiyovasküler hastalık ve malignite varlığında yatış süreleri anlamlı olarak uzamaktaydı (p<0.05). Hastalarda görülen her bir semptom varlığına göre yatış sürelerinde anlamlı bir fark yoktu. Çoklu bakteri üreyenlerde yatış süresi anlamlı düzeyde daha yüksek (p<0.05) iken sadece Pseudomonas Aeruginosa, Klebsiella Pneumoniae, Escherichia Coli, Stafilokokus Aureus üreme durumlarına göre yatış sürelerinde anlamlı bir fark bulunmadı (p>0.05). Sonuç: Çalışmamızda yatış gerektiren TKP tanılı hastalarının balgam kültürlerinde etken üremesi %45.5 oranında saptanmıştır. Çoklu etken saptanan hastalarda yatış süresinin tek etken saptananlara göre daha uzun olduğu gösterilmiştir. Anahtar Kelimeler; Toplum kökenli pnömoni, balgam kültürü, mikrobiyoloji, etken patojen, yatış süresiÖğe Sleeve gastrektomi operasyonu öncesi ve sonrası alt özofagus sfinkterinin hıgh resulatıon manometre (HRM) ile değerlendirilmesi(Düzce Üniversitesi, 2024) Gönüllü, Mehmet Emin; Çetin, Mehmet FuatLaparoskopik Sleeve Gastrektomi (LSG) operasyonu, günümüz dünyasında obezite için en çok uygulanan tedavi seçeneklerinden biri olmuştur. Sleeve Gastrektomi operasyonunda; büyük kurvatura pilorun 2-3 cm proksimalinden, His açısına kadar serbestleştirildikten sonra staplerlar ile mide rezeksiyonu gerçekleştirilir. His açısı; özofagus ile fundus arasındaki dar açıdır. Bu dar açı ve gazla dolu fundus, kardianın kapalı kalmasını sağlar. Sonuç olarak gastroözofegeal reflü önlenir. Sleeve Gastrektomi operasyonu sırasında fundus serbestleştirilmesi His açısının bozulmasına ve dolayısıyla reflü mekanizmalarının bozulmasına sebep olur. Bu nedenle çalışmamızın amacı; Düzce Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Kliniğinde yapılan Sleeve Gastrektomi operasyonlarında, preoperatif ve postoperatif High Resulation Manometre (HRM) ile Alt Özofagus Sfinkter Basıncının nicel olarak ölçülmesi ve postoperatif reflü yapma olasılığını ortaya konması olmuştur. Yaptığımız çalışmada sonucunda, LSG yapılan preoperatif ve postoperatif 28 hastada HRM ile Alt Özofagus Sfinkteri Dinlenim Basıncı ölçüldü. Ölçümler sonucunda postoperatif dönemde Alt Özofagus Sfinkter Basıncının düştüğü görüldü. (p=0,048) Cinsiyetler arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark görülmedi. (p>0,05) Ancak, BMI düşüş hızına göre Alt Özofagus Sfinkter Basıncının istatistiksel anlamda daha çok düştüğü görüldü. (p=0,026) Sonuç olarak, günümüz dünyasında çok fazla yapılan LSG operasyonlarından sonra, gelişebilecek reflü ve reflüye bağlı komplikasyonlardan (özofajit, Barrett Özofagusu gibi) korunmak için postoperatif LSG hastalarına her zaman daha uyanık olunması gerektiğini düşünmekteyiz.Öğe Doğumda intrapartum ultrasonografide statik ve dinamik değişikliklerin rolü(Düzce Üniversitesi, 2024) Teberik, Ceren; Keyif, BetülAmaç: İntrapartum ultrasonografinin doğumun birinci evresinin aktif fazında kullanılmasının doğum sonuçlarını öngörmedeki başarısının araştırılması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Bu prospektif çalışmaya tekil, baş prezentasyonda, aktif doğum eyleminde ve amnion zarı yırtılmış olan 39 nullipar ve 65 multipar olmak üzere toplam 104 gebe dahil edildi. Maternal özellikler, oksitosin ile indüksiyon ya da augmentasyon uygulanılması, epizyotomi uygulanılması, dijital pelvik muayenede servikal dilatasyon, efasman, fetal baş seviyesi, doğumun şekli, yapılan intrapartum ultrasonografide elde edilen parametreler ve yenidoğanın bulguları kaydedildi. Transperineal ultrasonografi yardımı ile sagittal düzlemde ilerleme açısı (AoP), transvers düzlemde orta hat açısı (MLA) ve baş perine mesafesi (HPD) parametreleri ölçüldü. Ölçülen parametreler, istirahat ve aktif ıkınma esnasında kaydedildi. Elde edilen veriler istatistiksel olarak karşılaştırıldı. Bulgular: Gebelerin 65 (%62.5) tanesi multipar, 39 (%37.5) tanesi nullipar idi. Spontan vajinal doğum yapan grupta ilerleme açısı AoP1 (istirahat hali) ve AoP2 (ıkınma hali) ortalamalarının diğer iki grupla kıyaslandığında istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek olduğu izlendi (her iki durumda p<0.001). Baş perine mesafesi HPD1 (istirahat hali) ve HPD2 (ıkınma hali) ortalamaları sezaryen grubunda diğer iki gruptan istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek olarak bulundu (sırasıyla p=0.031, p=0.041). Orta hat açısı MLA1 (istirahat hali) ve MLA2 (ıkınma hali) ortalamaları spontan vajinal doğum yapan grupta diğer iki gruptan anlamlı düzeyde düşük bulundu (sırasıyla p=0.002, p=0.001). Servikal dilatasyon, efasman ve baş seviyesi ile AoP1 ve AoP2 arasında anlamlı pozitif korelasyon varken, HPD1, HPD2, MLA1 ve MLA2 arasında anlamlı negatif korelasyon saptandı. Sonuç: Bu çalışma, intrapartum transperineal ultrasonografinin objektif bir değerlendirme sağlayabileceğini ve klinik karar alma süreçlerine katkıda bulunabileceğini göstermektedir.Öğe Türkçe kişilik işlevselliği düzeyi öz bildirim ölçeğinin geçerlik - güvenirliği ve birinci eksen tanıları ile ilişkisinin incelenmesi(Düzce Üniversitesi, 2024) Yaman Özcan, Begüm; Konuk, NumanKişilik bozukluklarının alternatif modeli, DSM-5'te tanıtılmış ve üçüncü bölüm olan araştırılması gereken alanlar içinde yer almıştır. Kişilik bozukluklarının alternatif modeline göre kişilik bozukluğu tanısına "kişilik işlevselliğinde bozulma" ve "patolojik kişilik özelliklerinin" varlığının bir arada bulunması ile ulaşılmaktadır. Kişilik işlevselliği için bir psikometrik ölçüm aracına ihtiyaç duyulması üzerine Morey tarafından öz değerlendirmeye dayalı "Level of Personality Functioning Scale-Self Report (LPFS-SR) geliştirilmiştir. Bu çalışmada LPFS-SR'nin Türkçe adaptasyonunun geçerlik ve güvenirliği araştırılmıştır. Aynı zamanda eksen I tanıları ile kişilik bozuklukları arasındaki ilişkiler de incelenmiştir. İngilizce versiyonun Türkçeye çevrilmesi için standart ileri-geri yöntem izlenmiştir. Çalışmaya klinik görüşme ile kişilik bozukluğu tanısı alan 207 hasta ve 513 gönüllü olmak üzere toplam 720 kişi dahil edilmiştir. Psikometrik özellikleri incelemek için eş zamanlı geçerlik, artan geçerlik, yapı geçerliliği ve güvenirlik analizleri yapılmıştır. Sonuçlarımız LPFS- SR'nin Türkçe adaptasyonu olan "Kişilik İşlevselliği Düzeyi Öz Bildirim Ölçeği (KİDÖÖ)"nin geçerli (Cohen D'si = 2.22, duyarlılık = %93.2, özgüllük = %83, AUC = .94) ve güvenilir (Cronbach'ın alfası = .96) olduğuna dair kanıtlar sunmaktadır. Kişilik disfonksiyonu varlığını araştırmada KİDÖÖ'nün toplam puanını kullanmanın en uygun yaklaşım olduğu teyit edilmiştir. Kişilik bozukluklarıyla ilişkili eksen I tanıları incelendiğinde en sık karşılaşılanlar anksiyete bozuklukları ve depresyondur. Bu durum, kişilik bozukluklarının alternatif modeline göre kaygılı olma ve depressivite kavramlarının, kesitsel çalışmalarda anksiyete bozuklukları ve depresyon olarak karşımıza çıkabileceğini düşündürmektedir. Boylamsal çalışmaların bu ayrımı netleştirmeye yardımcı olabileceği vurgulanmıştır.Öğe Endometrium kanserinde preoperatif dönemde bakılan bilgisayarlı tomografide deri altı yağ dokusu kalınlığı ve iç organ yağ dokusu alanı ölçümlerinin postoperatif morbidite ve sağkalım ile ilişkisinin değerlendirilmesi(Düzce Üniversitesi, 2024) Tanrıkulu, Fethullah; Yurtçu, Engin; Erkılınç, SelçukAmaç: Endometrium kanserli hastalarda operasyon öncesi değerlendirilen bilgisayarlı tomografide hastaların deri altı yağ dokusu kalınlığı, abdominal toplam yağ dokusu alanı, derialtı yağ dokusu alanı, hastaların visseral yağ dokusu alanı, cilt altı toplam kas alanı ve cilt altı toplam kaslı yağ dokusu alanı değerlerinin endometrium kanserli hastalarda operasyon sonrası dönemde morbidite ve sağkalım ile olan ilişkisinin değerlendirilmesi amaçlanıp bu değerlerin endometrium kanserinde kullanılıp kullanılamayacağının araştırılması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Tez çalışmamız çift merkezli olup endometrium kanseri tanılı hastalar alınmıştır, bu iki merkezde operasyonu yapılan ve sonrasında medikal tedavisi devam eden hastalar çalışmaya alınmıştır. Kliniklerimizde 01.05.2017-01.05.2023 tarihleri arasında iki merkezimizde endometrium kanseri nedeni ile ameliyatları yapılan 200 hasta çalışmaya dahil edilip 48 hasta çalışmamıza dahil edilme kriterlerine uygun olmayıp çalışma dışı bırakılmıştır, çalışmamıza dahil edilme kriterlerine uygun 152 hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Hastalara endometrium kanseri nedeniyle total histerektomi + bilateral salpingooferektomi + pelvik lenfadenktomi ± paraaortik lenfadenektomi ± omentektomi operasyonu yapılmıştır. Hastaların yaşı, gravida ve parite durumu, menopoz durumu, kanser öyküsü, ailede kanser öyküsü, sistemik hastalık öyküsü, ilaç kullanım durumu, sigara içme durumu, alkol kullanma durumu, vücut kitle indeksi, operasyon öncesi batın cerrahisini olup olmadığı, hastanın hastaneye başvuru nedeni, hastaların ameliyat öncesi endometrial örnekleme sonucu, hastalara yapılan ameliyatlar, hastaların patoloji tanısı, endometrium kanserinin cerrahi evreleri ve hastaların patoloji sonuçları incelenip değerlendirilmiştir. Hastaların operasyon süresi, operasyon sonrası hastanede kalma süresi, operasyonda komplikasyon gelişip gelişmediği, operasyon sonrasında komplikasyon gelişip gelişmediği, operasyon sonrası hastaların morbidite durumu ve sağkalımı değerlendirilmiştir. Hastaların patolojik sonuçlarında tümörün gradesi, uterus çapı, tümör çapı, tümörün myometrial invazyon durumu, tümörün lenfovasküler invazyonu, tümör cerrahi sınır tutulumunun varlığı, batın yıkama sıvısında tümöral hücre varlığı, pelvik-paraaortik lenf nodu tutulumu, ana materyal cerrahi evresi incelenmiştir. Çalışmamız iki merkezli olduğundan her iki merkezdeki çekimler Toshiba Activion 16 ve Simens Somatom go Top bilgisayarlı tomografi cihazlarından çekim yapılmıştır. Hastaların vücut kitle indeksleri (BMI) kilogram cinsinden vücut ağırlıklarının metre cinsinden boylarının metrekaresine bölünerek (kg/m2) hesaplamaları yapıldı. Deri altı yağ dokusu kalınlığı (SAT) bilgisayarlı tomografide sakral 1 vertebranın (S1) üst sınırından ve rektus abdominis kasının ortasından aksiyel düzlemdeki kesi görüntülenmesi yapıldıktan sonra SAT değeri mm olarak ölçülüp deri altı yağ dokusu kalınlığı hesaplandı. Bilgisayarlı tomografide (BT) verileri http://datasharing.aim-aicro.com/morphometry adresli yazılım programı ile lumbal vertebra 3-4 (L3-L4) civarında göbeği gösteren eksenden görüntü dilimi alınıp total yağ dokusu alanı (TFA), deri altı yağ doku alanı (SFA), visseral yağ doku alanı (VFA), cilt altı toplam kas alanı (Total-MA) ve cilt altı toplam kas yağ alanı (Total-MFA) parametrelerinin alan ölçümleri hesaplanıpı TFA, SFA, VFA, Total-MA ve Total-MFA parametrelerinin cm² olarak alan hesaplaması yapıldı. Preoperatif dönemde hastalara bilgisayarlı tomografi çekilmiş ve hastalardan değerlendirilmesi planlanan parametrelerin ölçümleri özel yazılım program ile hesaplanmıştır. Parametrelerin değerlendirilmesinde http://datasharing.aim-aicro.com/morphometry adresli yazılım programı kullanılmıştır. Çift merkezli sürdürülen çalışmadaki veriler için tek yazılım program kullanılarak hesaplama yapılmıştır. Bulgular: Hastalarımızın yaş ortalaması 62.37 ± 10.84 (min-max 40-90) olarak tespit edilmiştir. Gravida sayısı 3 ±1.6 olarak tespit edilmiştir. Parite sayısı 2.6 ±1.9 olarak tespit edilmiştir. Çalışmamızda hastalarımızın yaş ortalaması literatür ile uyumlu olduğu tespit edilmiştir. Hastaların tanıları anormal uterin kanama veya postmenopozal kanama sonrası yapılan endometrial biyopsi neticesinde tespit edildi. Hastalara operasyonda total histerektomi (laparatomik veya laparoskopik) + bilateral salpingooferektomi + Pelvik lenfadenektomi ± Paraaortik lenfadenektomi +omentektomi + batın yıkama sıvısı alınması yapılmıştır. Hasta takip süresi ortalama 9.5 (3-23) yıl olarak tespit edilmiş olup operasyon sonrası ortalama sağkalım oranı %84 olarak tespit edilmiştir. Çalışmamızda hasta sağkalım süresi literatürdeki çalışmalar ile uyumlu bulunmuştur. Hastaların BMI'lerinin artması hastaların endometrium kanserine yakalanma riskini artırdığı tespit edilmiştir. Çalışmamızda BMI değerinin grade ve evre üzerinde etkili olduğu tespit edilip grade ve evre grupları karşılaştırıldığında her iki grupta istatistiksel olarak anlamlı fark tespit edilmiştir (p=0.003 ve p<0.05). Bizim çalışmamızda operasyon öncesi değerlendirilen BMI, SAT, TFA, SFA, VFA, Total-MA ve Total-MFA parametreleri endometrium kanseri tanılı hastalarımızda grade ve evreye göre ayrı ayrı değerlendirdik. Grade göre olan değerlendirmemizde hastaları grade1 ve grade2-3 şeklinde iki gruba ayırıp değenlendirdik. Evreye göre olan değerlendirmemizde de hastaları evre1 ve evre2-3 şeklinde iki ayrı gruba ayırıp değerlendirdik. Bu parametrelerin hastaların gradesine ve evresine olan prognozunu değerlendirdik. Bu değerlerin sağkalım üzerine olan etkilerini değerlendirip literatür ile uyumluluğunu inceledik. SFA değerini grade ve evreye göre karşılaştırıldığımızda istatistiksel olarak anlamlı fark tespit ettik (p=0.026 ve p<0.05). Grade ve evresi yüksek olan grupta SFA değeri daha yüksek olmaktadır. Hastaların BMI ve operasyon öncesi değerlendirilen BT'deki SAT, TFA, SFA, VFA, Total-MA ve Total-MFA parametreleri hesaplandı. Bu 7 risk faktörünü belirleyip logistik regresyon ile analizini yaptık. Çalışmamızda adipoz doku dağılımını gösteren parametreler ve BMI ile cerrahi komplikasyonları öngörme arasında bir ilişki tespit edilememiştir. Çalışmamızda adipoz doku dağılımını gösteren parametreler ve BMI ile operasyon süresi arasındaki korelasyon değerlendirildi. Bu bulgulara göre, operasyon süresi ile SAT, TFA, SFA, VFA ve Total-MA değişkenleri arasında istatistiksel olarak anlamlı korelasyonlar bulunmuştur. Özellikle TFA, SFA, VFA ve Total-MA değişkenleri ile operasyon süresi arasında negatif korelasyon tespit edilmiştir. BMI ile operasyon süresi arasında anlamlı bir ilişki yoktu. SAT ile operasyon süresi arasında pozitif bir korelasyon olduğunu ve bu korelasyonun istatistiksel olarak anlamlı olduğunu gösterdik. Bu bulgular ışığında cilt altı yağ dokusu kalınlığının operasyon süresini arttıran etkili bir parametre olduğunu düşünmekteyiz. Değerlendirdiğimiz BMI, SAT, TFA, SFA, VFA, Total-MA ve Total MFA parametrelerinden Total-MA ve Total-MFA ile ilgili incelediğimiz data verileri sınırlı sayıda olup daha sonra yapılacak çalışmalarda bu iki veri ile ilgili daha fazla data verisi olması durumunda bu verilerin morbidite ve sağkalım üzerinde etkisinin olabileceğini düşünmekteyiz. Sağkalım üzerine etkili risk faktörleri hakkında yaptığımız Cox regresyon modeli analizinde, değerlendirdiğimiz faktörler arasında VFA'nın sağkalım üzerindeki etkisi istatistiksel ölçüde yüksek (p=0.032) bulunmuştur. VFA regresyon analizinde değerlendirdiğimiz parametreler arasında en anlamlı sonucu olan değerdi, fakat HR: 1 (95% CI: 1.00-1.00) oluğu için bu örneklem büyüklüğünde etkisinin olmadığı tespit edildi. Ancak ileri çalışmalarda örneklem büyüklüğü arttırıldığında anlamlı hale gelebilecek bir parametre olarak düşünüldü. Sonuç: Endometrium kanseri olan hastalar üzerinde literatürde birçok çalışma yapılmıştır. Endometrium kanserinin tanısı, tedavisi, prognozu, morbidite ve sağkalımı üzerine birçok literatür çalışması taranıp değerlendirildi. Hastaların operasyon öncesi değerlendirilen bilgisayarlı tomografide hastaların deri altı yağ dokusu kalınlığı, abdominal toplam yağ dokusu alanı, derialtı yağ dokusu alanı, visseral alan yağ dokusu alanı, cilt altı toplam kas alanı ve cilt altı toplam kas yağ alanı hesaplandı. Hastaların BMI değerleri hesaplandı. Değerlendirdiğimiz BMI, SAT, TFA, SFA, VFA, Total-MA ve Total MFA parametrelerinden Total-MA ve Total-MFA ile ilgili incelediğimiz data verileri sınırlı sayıda olup daha sonra yapılacak çalışmalarda bu iki parametre ile ilgili daha fazla data verisi olması durumunda bu parametre morbidite ve sağkalım üzerinde etkisinin olabileceğini düşünmekteyiz. Çalışmamızda SFA değerini grade ve evreye göre karşılaştırıldığımızda istatistiksel olarak anlamlı fark tespit ettik (p=0.026 ve p<0.05). Grade ve evresi yüksek olan grupta SFA değeri daha yüksek olmaktadır. BMI ve adipoz doku dağılımını gösteren BT parametreleri ile komplikasyonların öngörülebilirliğini değerlendirmek için yaptığımız logistik regresyon analizinde; bu parametrelerin komplikasyonu öngörmede istatistiksel olarak anlamlı bir etkisinin olmadığı tespit ettik. SAT ile operasyon süresi arasında pozitif bir korelasyon olduğunu ve bu korelasyonun istatistiksel olarak anlamlı olduğunu göstermektedir. Bu bulgular ışığında cilt altı yağ dokusu kalınlığının operasyon süresini arttıran etkili bir parametre olduğunu düşünmekteyiz. Ayrıca morbidite ve sağkalım üzerine etkili risk faktörleri hakkında yaptığımız Cox regresyon analizinde, değerlendirdiğimiz faktörler arasında VFA'nın sağkalım üzerindeki etkisi istatistiksel ölçüde yüksek (p=0.032) bulunmuştur. VFA regresyon analizinde değerlendirdiğimiz parametreler arasında en anlamlı sonucu olan değerdi fakat HR: 1 (95% CI: 1.00-1.00) oluğu için bu örneklem büyüklüğünde etkisinin olmadığı tespit edildi. Ancak ileri çalışmalarda örneklem büyüklüğü arttırıldığında anlamlı hale gelebilecek bir parametre olarak düşünüldü. Tüm bu bulgular cerrahi müdahalenin planlanması ve hastaların takibi sırasında dikkate alınması gereken faktörlerin karmaşıklığını ortaya koymaktadır. Vücut yağ dokusu kompozisyonu ve bunun tedavi ve prognoz üzerindeki metabolomik etkisini ölçmek için daha büyük gruplarla uzun takip süreli prospektif ileri çalışmalara ihtiyaç vardır. Endometrium kanser olan ve riski taşıyan kadınların daha iyi anlaşılması ve belki de daha seçici bir şekilde tanımlanması için bir yol bulunması açısından önemlidir.Öğe Ayak bileği anterolateral kapsüloligamentöz kompleks ve resesin sonoartrografik incelenmesi ve MR artrografik korelasyonu(Düzce Üniversitesi, 2025) Keskin, Selin; Oğul, Hayri; Güçlü, DeryaAmaç: Bu çalışmamızda, ultrasonografi (USG) ve sonoartrografi yöntemlerini manyetik rezonans artrografi (MRA) ile karşılaştırarak ayak bileği eklemi anterolateral reses ve kapsüloligamentöz kompleksin patolojilerini saptama ve tanımlamadaki katkılarını araştırmayı amaçladık. Materyal ve metot: Kasım 2023 ile Ocak 2024 tarihleri arasında hastanemizin Ortopedi ve Travmatoloji Anabilim Dalı veya Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Anabilim Dalı polikliniğine başvuran kronik ayak bileği ağrısı şikayeti bulunan, fizik muayenede ayak bileği anterolateral yapılarında patolojiden şüphelenilen ve artrografi endikasyonu bulunan 40 hastaya USG, Sonoartrografi ve MRA yapıldı. USG ve sonoartrografik incelemede, anterior talofibular ligaman (ATFL) bütünlüğü, hasar var ise parsiyel veya komplet şeklinde tiplendirilmesi, anterolateral eklem kapsülünde kalınlaşma varlığı, var ise nodüler veya diffüz olarak sınıflandırılması, anterolateral eklem resesinde obliterasyon varlığı iki ayrı radyolog tarafından birbirinden bağımsız olarak değerlendirildi. MRA görünütülerinde anterolateral reses patolojilerinin tanısı radyologların konsensusu ile konuldu. USG ve sonoartrografi inceleme için altın standart MRA kabul edilerek sensitivite, spesifite, pozitif prediktif değer, negatif prediktif değer ve tanısal doğruluk oranları hesaplandı. Gözlemciler arası uyum istatistiki olarak değerlendirildi. Bulgular: Çalışmaya 23'ü erkek, 17'si kadın toplam 40 olgudan elde edilen USG, sonoartrografi ve MRA incelemeleri dahil edildi. Herbir hasta her üç tetkike de sahipti. Sonoartrografinin iki gözlemci için sensitivite, spesifite ve tanısal doğruluk oranları, eklem kapsülünde %58-47, %90-86, %75-68, anterolateral reseste %45-46, %93-93, %80-80 ve ATFL'de %67-67, %94-94, %90-90 olarak bulundu. USG verilerinde eklem kapsülü, anterolateral reses ve ATFL için gözlemciler arasında önemli derecede uyum saptandı. Sonoartrografik incelemede ise eklem kapsülü ve anterolateral reses için gözlemciler arası neredeyse mükemmel uyum ve ATFL için mükemmel uyum vardı. Sonuç: Bizim çalışmamız sonoartrografinin anterolateral eklem resesi ve kapsüloligamentöz komplekste patolojiyi tanımlamada yüksek hassasiyet, özgüllük ve gözlemciler arası uyum ile tanı için ucuz, ulaşılabilir bir alternatif olabileceğini gösterdi.Öğe Radius distal kırıklarında radius volar plak – el bileği eksternal fiksatör ve kapalı redüksiyon + alçılama'nın fonksiyonel ve kas gücü karşılaştırması(Düzce Üniversitesi, 2024) Köse, Mehmet Akif; Karaduman, Zekeriya OkanAmaç: Radius distal kırıkları erişkinlerde en sık görülen kırık tipidir. Konservatif tedaviden cerrahi tedaviye birçok tedavi seçeneği bulunmaktadır. Bu çalışmada radius distal kırıklarında konservatif tedavi olarak kapalı redüksiyon ve kısa kol alçılama ile cerrahi tedavi seçenekleri arasında eksternal fiksatör ve volar plak vida tedavilerinin etkinliklerini karşılaştırdık. Gereç ve Yöntem: Radius distal kırıkları genellikle el bileği eklemi ve dirsek eklemi ekstansiyonda iken avuç içine basit düşmeler sonucu meydana gelir. Bununla beraber yüksekten düşme,araç içi veya araç dışı trafik kazası,iş kazaları gibi daha major travmalar sonucunda da daha kompleks kırıklar meydana gelebilir. Kırığın tipine ve el bileği eklemi ile ilişkisine göre konservatif ve cerrahi olarak tedavi edilebilir. Çalışmamızda 2022 Ocak ayı 2024 Haziran ayı arasında kliniğimize başvuran en az 6 aylık takipleri olan kırık oluşumu üzerinden 6 ay geçmiş ve tam kaynama olmuş her bir gruptan 20 olmak üzere kapalı redüksiyon + kısa kol alçılama (grup 1), el bileği eksternal fiksatör (grup 2) ve volar plak vida (grup 3) yapılan toplam 60 hastanın 0.- 1.-3. ve 6. aydaki VAS skorları ile 6. aydaki qDASH, PRWE skorları,eklem hareket açıklıkları ve el bileği kavrama gücünü karşılaştırdık. Sonuçlar: Distal radius kırıklarının tedavisinde uygulanan yöntemlerin etkinliği, kırığın tipi ve hastanın ihtiyaçlarına göre farklılık göstermektedir. Çalışmamızda, konservatif tedavi yöntemi olan kapalı redüksiyon ve kısa kol alçılama ile cerrahi tedavi seçenekleri arasında eksternal fiksatör ve volar plak vida uygulamalarını karşılaştırdık. Elde ettiğimiz sonuçlar, cerrahi tedavi yöntemlerinin özellikle erken dönem fonksiyonel sonuçlarda ve ağrı kontrolünde üstün olduğunu göstermiştir. Volar plak vida uygulaması, özellikle kavrama gücü ve eklem hareket açıklıkları açısından daha iyi sonuçlar verirken, eksternal fiksatör tedavisinin ise belirli hasta gruplarında etkin bir alternatif olabileceği görülmüştür. Kapalı redüksiyon ve alçılama yöntemi ise düşük riskli kırıklarda kabul edilebilir bir seçenek olmaya devam etmektedir. Tedavi seçimi hastanın genel durumu, kırık tipi ve beklentileri dikkate alınarak bireyselleştirilmelidir. Çıkarımlar: Distal radius kırıklarının tedavisinde optimal yöntemin seçimi, kırığın tipi, hastanın genel durumu ve fonksiyonel beklentileri göz önünde bulundurularak yapılmalıdır. Çalışmamızda elde edilen veriler, volar plak vida uygulamasının özellikle fonksiyonel kazanım açısından cerrahi tedaviler arasında öne çıktığını göstermektedir. Eksternal fiksatör, belirli hasta gruplarında uygun bir seçenek olarak yer alırken, konservatif tedavi yöntemi olan kapalı redüksiyon ve alçılama, düşük komplikasyon riski ve kabul edilebilir fonksiyonel sonuçlarıyla dikkat çekmektedir. Tedavi sürecinde cerrahi yöntemler erken dönemde ağrı ve hareket kısıtlılığı gibi sorunların daha etkin yönetilmesine olanak tanımaktadır. Bununla birlikte, her hastada bireysel ihtiyaçlar ve kırık özellikleri doğrultusunda tedavi seçimi dikkatlice yapılmalıdır.Öğe Fonksiyonel gastrointestinal bozukluğu olan hastalarda blastocystis sp. varlığının konvansiyonel ve moleküler yöntemlerle araştırılması(Düzce Üniversitesi, 2024) Kahraman, Gözde; Şahin, İdrisÇalışmamızda fonksiyonel gastrointestinal bozukluğu olan hastalardaki Blastocystis sp. varlığı ve alt tiplerinin saptanması ile Blastocystis sp.'nin hastalık etiyolojisindeki yerinin belirlenmesi amaçlanmaktadır. Ayrıca bölgemizdeki normal sağlıklı kişilerdeki Blastocystis sp. sıklığı saptanarak epidemiyolojik verilere katkı sağlanacağı düşünülmektedir. Eylül 2023- Mayıs 2024 tarihleri arasında Düzce Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Gastroenteroloji polikliniğine başvurup fonksiyonel gastrointestinal hastalık tanısı (Fonksiyonel dispepsi (FD), fonksiyonel barsak hastalıkları (FBH)) alan 200 hastanın ve kontrol grubu olarak 100 kişinin Tıbbi Mikrobiyoloji Laboratuvarı'na gönderilen dışkı örneklerine direkt mikroskopi (DM) ve trikrom boya yapıldı. DM ile Blastocystis sp. tespit edilen gaita örneklerine Gerçek zamanlı PZR yapıldı. Blastocystis sp. saptanan örneklerden 20 tanesine alt tip belirlenmesi amaçlı sekans analizi yapıldı. Hasta grubunun DM ile 28'inde (%14), kontrol grubunun ise 10'unda ( %10), trikrom boyama yöntemi ile hasta grubunun 25'inde (%12,5), kontrol grubunun 7'sinde (%7) Blastocystis sp. saptanmıştır. DM ile parazit görülen 38 örneğe Gerçek zamanlı PZR yapılmıştır. Hasta grubunun 24'ünde (%12) , kontrol grubunun ise 7'sinde (%7) olmak üzere toplam 31 (%10,33) örnekte PZR ile parazit varlığı saptanmıştır (p=0,180). Hasta grubunda Blastocystis enfeksiyonu saptanan ve saptanmayan olgular arasında cinsiyet, hastalık grubu (FD, FBH, FD ve FBH birlikteliği), kronik hastalık varlığı, kişilerin yerleşim yeri (kırsal-kent) yönünden istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmamıştır. Hasta grubunda Blastocystis sp. saptananların 7'si (%29,2) 35 yaş altında, 17'si (%70,8) 35 yaş üzerinde olup yaş grupları arasında anlamlı bir fark bulunmuştur (p=0,030). Blastocystis alt tipleri belirlenen 18 izolatın 3'ü (%16,7) ST1, 6'sı (%33,3) ST2 ve 9'u (%50) ST3 olarak belirlenmiştir. FBH olanlarda en sık ST3 (%66,8), FD olanlarda ise ST3 (%45,5) ve ST2 (%45,5) ST1 (%9)'den daha yüksek oranda tespit edilmiştir. Çalışmamız, Batı Karadeniz bölgesinde Blastocystis prevelansı ve FD tanısı olan hastalarda Blastocystis varlığı üzerine yapılan ilk çalışma olması açısından önemlidir. Düzce ilinde saptanan Blastocystis prevelansı ve alt tip dağılımı dünya ve ülkemizdeki çalışmalarla benzerlik göstermektedir. Blastocystis rutin tanısında DM yöntemi ile birlikte ikinci bir yöntemin (moleküler yöntem gibi) daha kullanılması faydalı görülmektedir.Öğe Talus osteokondral lezyonlarında artroskopik mikrokırık, nanokırık ve antegrad drillemenin karşılaştırmalı klinik ve fonksiyonel sonuçları(Düzce Üniversitesi, 2024) Kasapoğlu, Ahmet Görkem; Arıcan, MehmetAmaç: Talus osteokondral lezyonların tedavisi tartışmalı hala olup, en uygun tedavi seçeneği arayışı sürmektedir. Artroskopik tedavinin geçerliliği kanıtlanmış olmakla birlikte hangi cerrahi tedavi modalitesi kullanılacağı tam olarak aydınlatılamamıştır. Bu çalışmada ayak bileği artroskopisi yapılan hastalarda nanokırık, mikrokırık ve antegrad drillme ile kemik iliği uyarısının karşılaştırmalı olarak klinik ve fonksiyonel sonuçlarını değerlendirip uygun tedaviyi ortaya koymayı hedefledik. Gereç ve Yöntem: Ekim 2016-Haziran 2022 yılları arasında Düzce Üniversitesi Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji polikliniğine ayak bileği ağrısı şikayetiyle başvuran ve radyolojik olarak talus osteokondral lezyon tanısı alan ve cerrahi olarak tedavide izole mikrokırık (grup 1), nanokırık (grup 2) ve antegrad drilleme uygulanan (grup 3) hastaları klinik ve fonksiyonel açıdan retrospektif olarak değerlendirdik. Bu çalışmada 18-55 yaş arasında olan, MRI da Evre 2-3 ostekondral lezyonu, 6 aydan uzun süreli semptomu, 2 cm'den küçük kıkırdak lezyonu ve tek ekstremitedeki lezyonu olan hastalar dahil edilirken, daha önceden ayak bileği cerrahisi geçirenler, ayak bileği kırığı olanlar, 2 cmden büyük kıkırdak lezyonu olanlar, daha önce ayak bileği kıkırdak sorununa bağlı enjeksiyon yapılmış hastalar ve çalışmaya katılmayı istemeyen hastalar hariç tutuldu. Tüm hastalar çalışma konusunda bilgilendirilerek, bilgilendirilmiş gönüllü olur formu ve etik onay alındı. Hastaların demografik veriler olarak; yaş, cinsiyet, etkilenen taraf, dominant ekstremite, semptom süresi, vücut kitle indeksi, MRI ve BT sınıflaması ve takip süresi değerlendirildi. Hastaların klinik ve fonksiyonel skorları; tedavi öncesi ve tedaviden 6 ve 12 ay sonrası ölçülmüş olan AOFAS (Amerikan Ortopedik Ayak‐Ayak Bileği Derneği Arka Ayak Skoru) ve VAS Skoru ile değerlendirildi. Sonuçlar: Çalışmamızın sonucunda talus osteokondral lezyonlarında medial yerleşimli ve küçük boyutlu patolojilerinde artroskopik mikrokırık, nanokırık ve drillemenin kısa dönemde AOFAS ve VAS skorlarında iyileşme izlenmiştir. Birbirleri arasında ise istatistiksel fark izlenmemiştir. Çıkarımlar: Talus osteokondral lezyonlarında artroskopik kemik iliği stimülasyonları klinik ve fonksiyonel skorlara olumlu yönde etki etmektedir. Nanokırık, mikrokırık ve drillemenin her üçü de avantajları ve dezavantajları iyi değerlendirilerek birbirine alternatif tedaviler olabilir.Öğe Prostat kanserı̇ teşhı̇sı̇nde monoparametrı̇k prostat MRG etkinliğin araştırılması(Düzce Üniversitesi, 2024) Baş Soysal, Gülşah Nazife; Özel, Mehmet AliAmaç: Bu çalışmada monoparametrik manyetik rezonans görüntülemenin (MRG) prostat kanseri tanısında etkinliğini araştırmak ve operasyon sonrasında Gleason skoru yükselen radikal prostatektomi hastalarında bu yüksekliğin hasta yaş, prostat hacmi, PSA değeri, PSA dansitesi ve ADC değeri ile ilişkisini, klinik olarak anlamlı kanser (KOAK) ile PSA ve PSA dansitesi, prostat hacmi, hasta yaşı ve ADC değeri arasındaki ilişkiyi ve PSA dansitesi ile PIRADS skoru arasındaki ilişkiyi belirlemeyi amaçladık. Materyal ve metod: 01.01.2020 ve 01.10.2023 tarihleri arasında prostat kanseri tanısı almış 135 olgunun MRG'leri retrospektif olarak değerlendirildi. İki gözlemci tarafından difüzyon ağırlıklı görüntülemelerin (DAG) kullanıldığı monoparametrik MRG ile multiparametrik MRG (mpMRG) imajları kullanılarak skorlama yapıldı. Opere olan olgulardan operasyon sonrasında patolojik değerlendirmede Gleason skorunun yükselip yükselmediği incelendi. Gözlemciler arasındaki uyum, monoparametrik MRG değerlendirmenin etkinliği incelenip, KOAK olgularında ve operasyon sonrası Gleason skoru yükselen olgularda yükselme ile ADC değeri, PSA değeri, PSA dansitesi, prostat hacmi ile yaş arasındaki ilişki değerlendirildi. Olgulardan PIRADS skoru 3 ve üzeri olanlar malignite olasılığı bulunan olgularda PSA dansitesi ile PIRADS ilişkisi istatistiksel olarak hesaplandı. Bulgular: Prostat kanseri tanısı olan 135 olgu retrospektif olarak değerlendirilip bu olguların MRG'leri çalışmaya dahil edildi. Değerlendirmede monoparametrik MRG ile mpMRG değerlendirme sonucu elde edilen skorlarının %93,33 oranında benzer olduğu ve gözlemciler arasında mükemmel benzerlik olduğu bulundu. KOAK olan olgularda, olmayanlarda göre PSA değeri ve PSA dansitesi anlamlı derece yüksek, ADC değeri ise anlamlı derece düşük bulundu. PIRADS sonucu 3 ve üzeri olan olgularda PSA dansitesinin PIRADS skoru yükseldikçe arttığı saptandı. Sonuç: Çalışmamızda monoparametrik MRG'nin mpMRG'ye benzer oranlarda malignite tespit edebildiği sonucuna varılmıştır. KOAK tanısı olan olgularda PSA dansitesi ve PSA değerinin anlamlı derece yüksek, ADC değerinin anlamlı derece düşük olduğunu, PIRADS skoru 3 ve üzeri olduğunda PSA dansitesinin arttığını göstermiştir.Öğe Gebelerde göğüs hastalıkları konsültasyon sonuçlarının değerlendirmesi(Düzce Üniversitesi, 2025) Orhanlı, Şerife Yasemin; Balbay, Ege GüleçGiriş: Konsültasyon, bir hastanın takip ve tedavisinde, hastalığı hakkında uzman hekimlerin görüş ve önerilerini almayı ve bu doğrultuda hastanın izlenimini yönlendirmeyi ifade eder. Bu çalışmada amacımız; gebelerde göğüs hastalıklarıyla ilgili konsültasyon süreçlerini değerlendirmek ve bu alandaki boşluğu doldurarak daha etkili bir sağlık hizmeti sunmaya katkıda bulunmaktır. Gereç ve yöntem: Bu çalışmada Düzce Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde 1 Ocak 2015-31 Temmuz 2024 tarihleri arasında kadın hastalıkları ve doğum kliniğinden göğüs hastalıklar kliniğine konsülte edilen servis ve poliklinik hastaları retrospektif olarak incelendi. Çalışmaya gebe olan hastalar ve yeni doğum yapmış postoperatif dönemdeki hastalar dahil edilmiştir. Bulgular: İstenilen 831 konsültasyondan 401 (%48.2)'inin gebe olduğu saptanmıştır. Yaş ortalaması 30,3±6 idi. En sık konsültasyon solunumsal semptomlar nedeniyle %73.3 (294) oranında istenmişti. İstenilen konsültasyonların %10'u preoperatif, %20.2'si postoperatif ve %69.8'i operasyon dışı idi. Olguların 384 (%95.8)'ü tekil gebelik, 17 (%4.2)'si ikiz gebelikti. Gebelik haftası 27.4±9.3 (2-41), gebelik sayısı 2.6±1.5 (1-8), doğum sayısı 1.2±1.2 (0-6) idi. Olguların %19.7 (79)'sinde son gebeliğinde komplikasyon gelişmişti. En sık komplikasyon %6.7 oranıyla preeklampsiydi. 14 hastanın (%3.5) göğüs hastalığı öyküsü mevcuttu. 46 hasta (%11.5) sigara içicisiydi. Hastalardan en sık istenen tetkik akciğer grafisiydi (%26.2). Kan gazı %14.2'sinden, %5.7'sinden solunum fonksiyon testi, %3.2'sinden bilgisayarlı tomografi istenmişti. Akciğer grafisinde, en sık görülen radyolojik anormallik parankimal opasite (%14.9) idi. En sık şikâyet (%53.4) öksürük idi. En sık konulan tanı %22.7 oranı ile üst solunum yolu enfeksiyonu idi. Hastaların %79.1'ine ek öneride bulunulmuş ve en sık inhaler tedavi (%29.7) önerilmişti. Komorbiditeler ve komplikasyon ilişkisine bakıldığında sarkoidoz tanılı gebelerde son gebelikte komplikasyon görülme oranı sarkoidoz olmayanlardakinden anlamlı düzeyde daha yüksekti (p<0.05) Sonuç: Gebe hastalarda gerektiğinde akciğer grafisi çekilmekten kaçınılmamalıdır ve tanıya destek sağladığı çalışmamızda gösterilmiştir. Kronik hastalığı olan gebeler, gebeliğe dair komplikasyonlar açısından risk altındadır. Sarkoidoz tanılı hastaların gebelik sürecinde gelişebilecek komplikasyonlar açısından yakın izlemi gerekmektedir. Anahtar Kelimeler; Gebe, Göğüs hastalıkları, KonsültasyonÖğe Acil servise başvurusunda geçici iskemik atak düşünülen hastaların rosıer, ABCD2 skorları ile Whiteley Indeksi ve Bradford Bedensel Belirti Envanteri sonuçlarının değerlendirilmesi(Düzce Üniversitesi, 2025) Kara, Ali Can; Boğan, MustafaAmaç: Bu çalışmada inme ve Geçici İskemik Atakta görülebilen semptomlarla acil servise başvuran hastalarda tanısal değerlendirmeye ilaveten hastalara uygulanan skorlamalar ve hastaların klinik sonlanımlarla olan ilişkileri incelenmiştir. Elde edilen verilerin Geçici İskemi Atak ve inme hastalarıyla inme taklitçilerinin ayırıcı tanısında kullanılması hedeflenmiştir. Metod: Prospektif olarak planlanan bu çalışma Düzce Üniversitesi Acil Tıp Anabilim Dalı'na 01/03/2024 ile 01/02/2025 arasında başvuran hastalarda son 24 saat içinde geçirilmiş senkop, konvülziyon, fokal nörolojik semptom tarifleyen hastalarda tanısal değerlendirmeye ilaveten ABCD2, ROSIER, WI-7, BBBE-44 skorlamaları hesaplanmış ve hastaların klinik sonlanımları arasındaki ilişkiler istatistiksel olarak incelenmiştir. Verilerin analizinde SPSS 25 kullanıldı. 24 saat içinde kafa travması geçiren, kanser ve epilepsi tanısı olan, ileri derece afazisi olan hastalar çalışmaya dahil edilmemiştir. Bulgular: İnme şüphesiyle takip edilen 115 hastanın %28.7'si (n=33) nörovasküler hastalık tanısı alırken %71,3'ü (n=82) inme taklitçisi olarak değerlendirilmiştir. Başvurular içinde en sık görülen semptom baş dönmesidir(%33,9). Nörovasküler hastalık tanısı alan hastaların içinde baş dönmesi semptomu olanların oranı (%15.2) tanı almayan hastaların içindeki baş dönmesi semptomu olanların oranından (%41.5) anlamlı şekilde düşüktü(p=0.007). Nörovasküler hastalık tanısı alanlar ve inme taklitçileri karşılaştırıldığında; afazi (p<0.001), üst kstremitede parestezisi (p=0.009), alt ekstremitede pleji (p=0.001) bulguları ve ABCD2 skoru (p<0.001), ROSIER skoru (p<0.001) anlamlı olarak yüksek bulundu. Nörovasküler hastalık tanısı alan hastaların içinde WI7 skoru orta-yüksek olanların oranı %30.3, tanı almayan hastaların içindeki WI7 skoru orta-yüksek olanların oranı ise %34.1 şeklinde daha düşük olsa da aralarında anlamlı bir fark yoktu (p=0.692). Hasta semptomlarının ve skorlama sistemlerinin inme tanısı açısından lojistik regresyon analizi yapıldığında modelin; duyarlılığı (sensitivite) %66.7, özgüllüğü (spesifisite) ise %95.1 olarak hesaplandı ve %87 doğruluğa sahip olduğu görüldü. Sonuç: Duyarlılığın %66.7 olması, modelin nörovasküler hastalık tanısı konan hastaların üçte ikisini doğru şekilde belirleyebildiğini gösterirken, %95.1 özgüllük, modelin nörovasküler hastalığı olmayan bireyleri büyük oranda doğru şekilde dışladığını göstermektedir. %87 doğruluk oranı, modelin genel olarak başarılı bir performans sergilediğini desteklemektedir. Yaptığımız regresyon analizlerindeki sonuçlarda; inmeyi taklit eden patolojileri tarayan skorlamalar ile inmeyi ön gören skorlamaların birlikte kullanımının tanısal performansta daha güvenilir sonuçlar elde edilebileceğini gördük. Modelin özellikle yüksek özgüllüğe sahip olarak yanlış pozitif tanı oranının düşük olması inme taklitçilerini ayırt etme açısından klinik kullanımda umut vadetmiştir.Öğe Aile hekimliğine başvuran bireylerde fruktoz tüketiminin karaciğer yağlanması üzerine etkilerinin araştırılması(Düzce Üniversitesi, 2024) Ediz, Emine; Küçükdağ, Hüseyin Nejat; Özel, Mehmet AliAmaç: Çalışmamızın amacı çalışmaya katılan bireylerin beslenme ile aldıkları fruktoz ve hazır gıdalarla aldıkları yüksek fruktozlu mısır şurubu içeriği ile miktarını sorgulamak ve bunun karaciğer yağlanması ile derecesi, karaciğer boyutları, hepatik arter direnci, antropometrik ölçümler ve biyokimyasal parametreler ile ilişkisini tespit etmektir. Fruktozun yüksek miktarda alımının birçok hastalığın gelişimine neden olduğu bilinmektedir. Bu çalışmada bireylerin diyetlerindeki fruktoz tüketim miktarının biyokimyasal parametrelere ve karaciğer yağlanmasına etkileri değerlendirilecektir. Gereç-Yöntem: Çalışmamızın evrenini 01.01.2024 tarihlerinden itibaren Düzce Üniversitesi Araştırma ve Uygulama Hastanesi Aile Hekimliği ve Obezite Polikliniklerine başvuran bireyler oluşturmaktadır. Araştırmaya katılan bireylerin sosyodemografik verileri, tanımlayıcı anket soruları, Besin Tüketim Sıklığı ile Besin Tüketim Kayıtları ve Hepatobiliyer ultrasonografi sonuçları toplanmıştır. Bu veriler biyokimyasal parametreler (HOMA-IR, HDL, LDL, TG, glukoz, açlık insülin, AST, ALT) ile karşılaştırarak değerlendirilmiştir. İstatistiksel analizler SPSS v.22 paket programı ile yapılmış, anlamlılık düzeyi ≤0,05 olarak dikkate alınmıştır. Bulgular: Çalışmaya %52,9'u kadın, %47,1'i erkek 189 birey dahil edildi. Fruktoz tüketimi yüksek olan bireylerin açlık insülini, trigliserid düzeyi, HOMA-IR değerlerinde anlamlı yükseklik saptandı (p<0,05) ancak serum ALT, AST, açlık glukozu, HDL, LDL, total kolesterol, HbA1c ve HARI değerleri ile anlamlı sonuçlar elde edilemedi (p>0,05). Çalışmamıza katılan bireylerde fruktoz tüketim miktarı günlük 50 gram üzeri olan bireylerde karaciğer yağlanması, fruktoz tüketimi miktarı günlük 50 gram ve altında olan bireylere göre anlamlı yüksek bulundu (p<0,05). Fruktoz tüketim miktarı yüksek olan bireylerde karaciğer boyutu anlamlı yüksek saptandı (p<0,05). Karaciğer yağlanması olan grupta fruktozdan elde edilen enerjinin tüm besinlerden elde edilen enerjiye oranı anlamlı yüksek saptandı (p<0,05). Fruktoz tüketim miktarı günlük ara öğün sayısının fazla olması, gün içi tatlı yeme ihtiyacının olması, gün içi atıştırmalıkta sağlıksız atıştırmalık seçimi ile anlamlı yüksek bulundu (p<0,05). Fruktoz tüketim miktarı ile cinsiyet, eğitim ve gelir durumu, su tüketimi, gıda takviyesi kullanımı arasında anlamlı ilişki olmadığı bulundu (p>0,05). Sonuç: Fruktoz tüketim miktarını; günlük ara öğün sayısı yüksek olan, acıktığında ilk tercihi sağlıksız atıştırmalık olan, gün içinde tatlı yeme ihtiyacı olan bireylerde anlamlı yüksek saptadık. Fruktoz tüketim miktarının yüksek olması ile karaciğerde yağlanma görülmesinde ve serum açlık insülini, açlık trigliseridi, HOMA-IR değerlerinde anlamlı yükselme gözlemledik. Çalışmamızda normalde sağlıklı atıştırmalık olarak görülen fruktoz içerikli doğal gıdaların fazla miktarlarının zararlı olabileceğini göstermekle beraber fruktoz şurubu içerikli atıştırmalıkların da zararlı olduğunu tekrardan ortaya koymuş olduk.Öğe Ceza sorumluluğu değerlendirmesi amacıyla Düzce Üniversitesi adli tıp anabilim dalına başvuran hastaların retrospektif incelenmesi(Düzce Üniversitesi, 2025) Dinçer, Ahmet Furkan; Büken, BoraAmaç: Ceza sorumluluğunun değerlendirilmesi, kişinin işlediği ve sonucunda zarar oluşmuş olan bir fiille ilgili olarak, yasada cezaya hükmedilmesinin gerektiği hallerde kişinin kusuru olup olmadığının tanımlanmasını sağlayan değerlendirmedir. Türk Ceza Kanunu'nun 32. maddesinde akıl hastalığı-zayıflığı nedeniyle kişinin işlemiş bulunduğu fiilin anlam ve sonuçlarını algılayamadığı veya işlediği fiille ilgili olarak irade yeteneğinin bulunmadığı halleri, 34. maddesinde geçici bir neden, irade dışı alınmış alkol veya madde etkisiyle ceza sorumluluğunun kalktığı durumları kapsamaktadır. Bu maddelere ilişkin değerlendirmeler ülkemizde tıbbi bilirkişi olarak adli makamların görevlendirdiği hekimlerce yapılmaktadır. Çalışmamızda bu değerlendirmenin yapılması amacıyla Adli Tıp Anabilim Dalımız üzerinden Adli Tıp Uzmanlar kurulumuza 2021-2023 yıllarında yönlendirilen suç tarihleri itibariyle 18 yaş ve üzeri olguların; sosyademografik veriler, suç tipi, psikiyatrik hastalıkları gibi parametreler retrospektif olarak değerlendirilerek olguların analizlerinin yapılması amaçlanmaktadır. Yöntem: Çalışmamız retrospektif bir çalışma olup, 01.01.2021- 31.12.2023 tarihleri arasında Düzce Üniversitesi Adli Tıp Anabilim Dalına ceza sorumluluğunun değerlendirilmesi amacıyla başvuran suç tarihi itibariyle 18 yaş ve üzeri olguları kapsamıştır. Çalışmamızda olgulara ait sosyodemografik ve klinik özellikler, suç teşkil ettiği iddia edilen fiilleri, suçların işlendiği mekan, suçun failinin mağduru ile yakınlık durumu, adli sürece ait özellikler, adli muayene bulguları gibi özellikler değerlendirilmiştir. Sonrasında olgular TCK 32. Maddeden yararlanma ve yararlanmama durumlarına göre iki gruba ayrılmış ve gruplar arasında fark olup olmadığı incelenmiştir. Verilerdeki sayısal sonuçlar aritmetik ortalama ve standart sapma, kategorik sonuçlar ise yüzde olarak değerlendirilmiştir. Grup karşılaştırmalarında verilerin dağılımına uygun olarak istatistiksel analizler uygulanmıştır. İstatistiksel analizler "SPSS (Statistical Package for Social Sciences) for Windows 26.0 (SPSS Inc, Chicago, IL)" aracılığıyla değerlendirilmiştir. Bulgular: Çalışmada ilgili yıllarda suç tarihi itibariyle 18 yaş ve üzeri olan, rapor sonuçları itibariyle ceza sorumluluğuna dair kanaate ulaşılmış, dosya içeriği açısından değerlendirilen parametrelerin yer aldığı toplam 446 olgu değerlendirmeye alınmıştır. Tüm olgular belirlenen parametrelerle değerlendirilmiş, sonrasında veriler TCK 32. maddeden yararlananlar ve yararlanmayanlar olarak ayrılarak farklılıklar tespit edilmiştir. Bu farklılıklar arasında TCK 32. maddeden yararlanan olguların yararlanmayanlara göre; çiftçi olma durumları, iletişim araçlarıyla daha çok suç işledikleri, askerlikten akıl hastalığı nedeniyle daha sık muaf oldukları, öğrenim durumlarının farklılaştığı, akıl hastalıklarının farklılaştığı, suç tipleri açısından cinsel suçlar ve mala zarar verme suçunun daha sık olduğu, işledikleri fiilin mağdurunun 1. derece akraba olma oranının daha sık olduğu, suçu kendi iş yerlerinde işleme oranının daha yüksek olduğu, ceza sorumluluğu değerlendirmesine daha erken yönlendirildikleri tespit edilmiştir. Sonuç: Çalışmamızın sonuçlarının literatürle uyumlu yönleri olmakla birlikte, literatürde yeterince konuşulmamış bazı sonuçlara ulaşılmıştır. Ceza sorumluluğuna yönlendirilen olguların sosyodemografik özellikleri ülke genelindeki pek çok çalışmayla benzer özellikler gösterdiği tespit edilmiştir. Askerlik durumlarının ayrıntılı sorgulanması, suçun mağdurları, suçun gerçekleştiği mekan, suçun iletişim aracıyla işlenmiş olup olmaması gibi durumların farklılaşması dikkate alındığında daha doğru sonuçlara ulaşmak için odaklı çalışmalara ihtiyaç olduğu tespit edilmiştir.Öğe Sağlık çalışanlarında işe başlamanın ve iş doyumunun nomofobi düzeyleri üzerine etkisinin araştırılması(Düzce Üniversitesi, 2025) Ünsal, Hümeyra; Küçükdağ, Hüseyin NejatAmaç: Bu çalışmanın temel amacı, işe yeni başlayan sağlık çalışanlarında iş doyumu, nomofobi düzeyi, depresyon ve yaşam kalitesi arasındaki ilişkilerin incelenmesidir. Gereç-Yöntem: Bu araştırma, tanımlayıcı ve kesitsel bir çalışma olarak Düzce Üniversitesi Araştırma ve Uygulama Hastanesi'nde gerçekleştirilmiştir. Çalışmaya, 01.01.2024 ile 31.12.2024 tarihleri arasında işe yeni başlayan toplam 100 sağlık personeli dâhil edilmiştir. Katılımcıların sosyodemografik özellikleri, nomofobi düzeyleri, depresyon puanları, yaşam kalitesi puanları ve iş doyumu değerlendirilmiştir. Veri toplama sürecinde, katılımcılara anket formları uygulanmıştır. Bu formlar, bireylerin belirtilen değişkenler açısından değerlendirilmesini sağlayan Nomofobi, Beck Depresyon, Yaşam Kalitesi ve Minesota İş Doyumu ölçeklerinden oluşmaktadır. Bulgular: Çalışmaya toplam 100 sağlık personeli katılmış olup, katılımcıların %64,5'i (n=71) kadın, %35,5'i (n=39) erkektir. Son bir hafta içinde, sağlık çalışanlarının günlük ortalama ekrana bakma süresi ise 259.1±115.1 dakika olarak saptanmıştır. Araştırmada, katılımcıların nomofobi düzeyleri işe yeni başladıkları dönemde ve başladıktan üç ay sonraki süreçte karşılaştırılmıştır. İşe yeni başlayan sağlık çalışanlarının %2.7'sinde (n=3) nomofobi tespit edilmemiş, %41.8'inde (n=46) hafif düzeyde, %45.5'inde (n=50) orta düzeyde ve %10'unda (n=11) yüksek düzeyde nomofobi saptanmıştır. İşe başladıktan üç ay sonra yapılan ölçümde ise sağlık çalışanlarının %0.9'unda (n=1) nomofobi bulunmazken, %45.5'inde (n=50) hafif düzeyde, %43.6'sında (n=48) orta düzeyde ve %10'unda (n=11) yüksek düzeyde nomofobi görülmüştür. Bununla birlikte, üç aylık süreçte nomofobi düzeylerinde istatistiksel olarak anlamlı bir değişiklik tespit edilmemiştir (p>0.05). Katılımcıların nomofobi düzeyleri arttıkça depresyon düzeylerinin de yükseldiği, buna karşılık yaşam kalitesinin azaldığı saptanmıştır (p<0.05). İşe başladıktan sonraki üç aylık süreçte, katılımcıların depresyon düzeylerinde anlamlı bir değişiklik görülmemiştir (p>0.05). Ayrıca, yaşam kalitesindeki artışın depresyon düzeylerinde azalmaya neden olduğu belirlenmiştir (p<0.05). Cep telefonu kullanım süresi ile nomofobi ve depresyon düzeyleri arasında herhangi bir anlamlı ilişki tespit edilmemiştir (p>0.05). Sonuç: Elde edilen bulgular, nomofobi düzeyinin azalmasının yalnızca iş doyumunu artırmakla kalmayıp, aynı zamanda depresyon düzeylerini düşürdüğünü ve yaşam kalitesini yükselttiğini göstermektedir. Bu doğrultuda, sağlık çalışanlarında nomofobi düzeyini azaltmaya yönelik bilinçlendirme ve müdahale stratejilerinin iş doyumunu artırmada etkili olabileceği öne sürülmektedir. Sağlık çalışanlarında nomofobi düzeylerini azaltmaya yönelik yapılacak iyileştirme çalışmalarının, onların rol model olma potansiyeli sayesinde hasta ve hasta yakınlarında da olumlu etkiler yaratabileceği düşünülmektedir.Öğe TNSA 2018 verilerine göre Türkiye'de yaşayan suriyeli göçmen ve Türk çocuklarda ihmal ile ilişkili durumların değerlendirilmesi(Düzce Üniversitesi, 2025) Alıncak, Soner; Büken, BoraAmaç: Çok sayıda ülke tarafından kullanılan standart yöntem ile elde edilmiş veriler üzerinden Türkiye'de yaşayan Suriyeli göçmen ve Türk çocuklarda, çocuğa kötü muamele çeşidi olan ihmal maruziyetini ve maruz kaldıkları ihmal türlerini ve ilişkili faktörleri değerlendirmektir. Böylece çocuk ihmalinin ülkemizdeki durumu hakkında bir tablo çizmek, diğer ülkelerle kıyaslanabilecek nitelikte tespitler yaparak ihmal konusunda yapılabilecek çalışmalara katkıda bulunmak, ülkemizde çocuk ihmaliyle ilişkili olan durumların belirlenmesine dolayısıyla alınacak önlemlere ışık tutmak, çocuk ihmalinin önlenmesi açısından multidisipliner yaklaşımın gerekliliğini vurgulamak amaçlanmaktadır. Gereç ve Yöntem: Çalışmamızda, Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü (HÜNEE)'nin onayı alınarak, 2018 Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması kapsamında Ekim 2018 - Şubat 2019 tarihleri arasında yapılan araştırmaya dahil edilmiş 15-49 yaş arasındaki kadınlardan, 0-5 yaş arası çocuğu bulunan 2032 Türk ve 1191 Suriyeli göçmen çocuk hakkındaki veri kullanılmıştır. Bağımsız ve bağımlı değişkenler üzerinden tanımlayıcı ve ileri istatistiksel analiz yapılmış olup kategorik değişkenlerin karşılaştırılması amacıyla Pearson ki-kare ve Fisher Kesinlik Testi uygulanmıştır. Ayrıca, çocuk ihmali ile bağımsız değişkenler arasındaki ilişki incelenmek üzere, farklı özellikleri dikkate alan 3 model ile lojistik regresyon analizi yapılmıştır. Bulgular: Türkiye'de yaşayan çocuklarda, türünden bağımsız olarak, Suriyeli göçmen çocukların Türk çocuklara göre daha yüksek oranda ihmale maruz kaldığı tespit edilmiştir. İhmal maruziyet sıklıkları Türk çocuklarda %29,7 ve Suriyeli göçmen çocuklarda %66,1 olarak tespit edilmiştir. Her iki grupta da en yüksek oranda maruz kalınan ihmal türünün eğitim ihmali olduğu, en düşük oranda maruz kalınan ihmal türünün ise sosyal destek ihmali olduğu saptanmıştır. Çocukların ihmal maruziyetlerini etkileyen sosyodemografik özelliklerin her iki grupta farklılık gösterdiği tespit edilmiştir. Türk çocuklarda hanehalkı özelliklerinin tüm değişkenleri ile ihmal maruziyetinde etken olduğu, Suriyeli göçmen çocuklarda ise yalnızca kardeş sayısının etkisi istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur. Ebeveyn özellikleri açısından hem anne yaşının 19-35 arasında olması ve anne-baba eğitim düzeylerinin düşük olması her iki grupta da anlamlı etken olduğu görülmüştür. Baba yaşının genç olması Suriyeli göçmen çocuklar için, annenin çalışmaması ise Türk çocuklar için anlamlı bir etken faktör olarak saptanmıştır. Her iki grupta da daha küçük yaşlardaki çocukların ihmal maruziyetlerinin daha yüksek oranda olduğu, çocuğun cinsiyetinin ise ihmal maruziyetinde anlamlı bir etkiye sahip olmadığı saptanmıştır. Bulgularımıza göre ihmal maruziyetini en çok artıran değişkenlerin Türk çocuklarda refah seviyesi (8 kat) iken Suriyeli göçmen çocuklarda anne eğitim düzeyi (3 kat) olduğu tespit edilmiştir. Kalabalık evde veya kırsal alanda yaşamak, planlanmamış gebelik gibi değişkenlerin etkileri gruplar arası farklılık göstermiştir. Çalışmamızda, iii literatürle uyumlu olarak, ihmal maruziyeti saptanan çocuklarda erken çocukluk gelişiminin de daha düşük olduğu tespit edilmiştir. Tartışma ve Sonuç: Çocuk ihmali, çocuğa kötü muamelenin tüm dünyada en yaygın görülen ve hem bireyi hem toplumları tehdit eden bir problemdir. Çocukluk dönemi maruz kalınan ihmal çocukta bedensel, ruhsal, davranışsal pek çok kalıcı hasara neden olmakta en ağır form olarak ölümle sonuçlanabilmektedir. Çocukluğunda ihmale maruz kalmış bireylerde şiddete yatkınlık, yasadışı madde kullanımı vb. adli boyutu olan sonuçlara neden olmaktadır. Literatürle uyumlu şekilde, çalışmamızda da; düşük refah düzeyi, ebeveynlerin düşük eğitim düzeyi, kalabalık ve standart dışı yaşam koşulları gibi durumların çocuk ihmalini artıran risk faktörleri olduğu tespit edilmiştir Erken dönemde tespiti ile sonuçları önlenebilen bir durum olduğu bildirilen çocuk ihmali, sosyal yönü yanısıra multidisipliner yaklaşımla ele alınması gereken çok boyutlu bir sağlık problemidir. Çocuk ihmalinin bireysel ve toplumsal sonuçları ile ülkemizdeki göçmen nüfus yoğunluğu ve göçmen nüfusta çocuk ihmalinin yaygınlığı bir arada düşünüldüğünde problemin ciddiyetle ele alınması gerektiği anlaşılmaktadır. Bununla birlikte bu alana yakın zamana kadar gereken ilgi gösterilmemiş, çocuk ihmali "ihmal edilen bir alan" olarak kalmıştır. Günümüzde çocuk ihmali uluslararası kuruluşlar ve hükümetler tarafından da dikkat çekilen bir konu olmakla birlikte tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de bu alanda bilimsel açıdan da kapatılması gereken büyük bir boşluk bulunmaktadır. Çalışmamız, ülke geneli temsil gücü bulunan hem Türk hem de Suriyeli göçmen örneklemlerden elde edilen veriler kullanılarak yapılmış olması ve kullanılan verilerin 100'e yakın ülkede kullanılan standart yöntemlerle elde edilmiş olmasıyla diğer ülkelerle kıyaslanabilirliği açısından önem arz etmektedir.Öğe Tip 1 Diyabetes mellitus tanılı çocuklarda insülin tedavisi çeşitlerinin somatik büyümeye etkisi: Kontrollü arşiv çalışması(Düzce Üniversitesi, 2025) Karaboğa, Rumeysa Beyzanur; Kaya, Abdulkadir; Arslanoğlu, İlknurAmaç: Tip 1 Diyabetes Mellitus (Tip 1 DM), pankreas beta hücrelerinin harabiyeti sonucu insülin eksikliğiyle karakterizedir ve tedavisi eksojen insülin replasmanıyla sağlanır. Son yıllarda, yoğun insülin tedavileri, insülin pompası ve sürekli kan şekeri izleme sistemleri (CGM) gibi teknolojik gelişmeler, Tip 1 DM yönetiminde önemli ilerlemeler sağlamıştır. Bu çalışmada, Düzce Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Polikliniklerine başvuran Tip 1 DM tanılı çocuklarda insülin tedavi çeşitlerinin somatik büyümeye etkisinin araştırılması amaçlanmıştır. Gereç-Yöntem: Çalışmaya 2013-2024 yılları arasında Düzce Üniversitesi Araştırma ve Uygulama Hastanesi Çocuk Endokrinoloji polikliniğine başvuran 85 pompa insülini kullanan ve 85 kalem insülini kullanan tip 1 DM hastası ile pediatri polikliniğine başvuran 85 sağlıklı çocuk dahil edildi. Hastaların takiplerindeki somatik büyümede kullanılan boy, kilo, persentil değerleri retrospektif hasta dosyalarından alınıp veriler analiz edilerek değerlendirilmiştir. Bulgular: Kalem insülin tedavisi kullanan hastaların boy persentillerinde (p=0,615) anlamlı bir değişiklik gözlenmezken pompa insülin tedavisi kullanan hastaların boy persentillerinde (p=0,013) anlamlı azalma görülmüştür. Hem pompa insülin hem de kalem insülin kullanan hastaların kilo persentillerinde (sırasıyla p=0,182, p=0,813) anlamlı bir değişiklik görülmemiştir. Hastaların kullandıkları insülin tedavileri sonucunda Hba1c değerlerinde (p<0,001) anlamlı seviyelerde düşüklük olmuştur. Sonuç: Pompa insülin kullanan hastalarda boy persentilindeki azalma dikkate alınarak, hastaların büyüme gelişmeleri daha yakından izlenmeli ve uzun dönemli çalışmalarla pompa insülinin büyüme üzerindeki etkileri daha detaylı incelenmelidir. Ciddi hipoglisemi riski yüksek olan hastalarda tedavi protokolleri gözden geçirilmeli hastaların ve ailelerin bilinçlendirilmesi için eğitim programları düzenlenmelidir. Pompa insülin ve kalem insülin tedavilerinin uzun dönemli etkilerini karşılaştıran geniş örneklemli çalışmalar yapılmalıdır.Öğe Cinsel istismar mağduru çocukların çizimlerinin değerlendirilmesi(Düzce Üniversitesi, 2025) Öbek, Ayşe Merve; Büken, BoraAmaç: Çocuğun cinsel istismarının değerlendirilmesi bu süreçte yer alanlar için zor bir görevdir. Çalışmamızın amacı cinsel istismar mağduru çocukların muayene sırasında çizim yoluyla kendilerini ifade etmelerini sağlamalarının yanı sıra çizimler yoluyla olayın nitelikleri ile ilgili değerlendirme yapılarak adli sürece yardımcı veriler elde edilip edilemeyeceğini araştırmaktır. Gereç ve Yöntem: Çalışma pro-retrospektif yöntemle yapılmıştır. 1 Ocak 2016 – 30 Haziran 2024 tarihleri arasında Düzce Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı ve ÇİM'de muayeneleri yapılan ve çizim yapmayı kabul eden cinsel istismara uğradığı iddia edilen olgular çalışmaya dahil edilmiştir. Olgulardan A4 boyutunda kağıt üzerine, literatürde yer alan 'Bir İnsan Çiz, Kendini Çiz, Aileni Çiz, Seni Mutlu Eden Bir Şey Çiz, Seni Mutsuz Eden Bir Şey Çiz, Şüpheliyi Çiz' talimatları verilmiş, kurşun kalem kullanılarak yapılan çocuk çizimleri incelenmiştir. Elde edilen çizimler literatürde tanımlanan kriterlere göre, çocuk çizimleri alanında aktif olarak çalışan ve çocuk çizimleri konusunda eğitimi ve deneyimi bulunan biri adli tıp uzmanı ve diğeri araştırma görevlisi araştırmacı tarafından incelenmiştir. Bulgular: Çalışmamızda 122 olgunun 6 adet çizimi değerlendirilmiş olup şüphelide pupil ihmali, vücutsuz baş çizimi, vücut ihmali yapımında diğer figür çizimlerine göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde fark olduğu, olay sonrası psikiyatrik başvurusu olanlarda ilk figür çizimine farklı-belirsiz cinsiyet özelliklerine sahip çizim yapılmasının, özgül öğrenme güçlüğü veya zeka geriliği tanısı olan çocuklarda çizimin yaşına göre beklenenden düşük düzeyde olmasının ve anne-babası evli olmayan çocuklarda aile üyesini eksik çizme durumunda istatistiksel olarak anlamlı düzeyde fark olduğu, diğer parametrelerin şüpheli ile diğer figürler arasında ve yaş, cinsiyet, aile yapısı, istismarın türü, sıklığı, geçmiş istismar öyküsü, rıza olup olmaması, genital bulgu olup olmaması, psikopatoloji olup olmaması ile değerlendirildiğinde aralarında istatiksel olarak anlamlı ilişki bulunmadığı saptanmıştır. Sonuç: Çocuk çizimlerinin yaş, cinsiyet, eğitim seviyesi, zeka düzeyi, olay öncesi ve sonrası ruhsal durum, adli görüşme ve muayene sırasındaki stres, aile dinamikleri, sosyokültürel ortam, istismarın türü, süresi, sayısı, şüpheli ile ilişkisi, çizim özellikleri, kalemi tutuş şekli, kullanılan kalemin ucu, medya maruziyeti, değerlendiricinin yorumuna göre birçok faktörden etkilenmesinin yanında cinsel istismar vakalarında çocuğu rahatlatarak çocuktan daha iyi bilgi alınmasını sağladığı, tek bir göstergenin cinsel istismarı teyit ettiği ön yargısına kapılmadan adli görüşmelerde çocuk çizimlerinin yardımcı araç olarak kullanılabileceği düşünülmektedir.Öğe Spor salonlarında egzersiz yapan kişilerde anabolik androjenik steroidlerin kullanımı ve saldırganlık eğilimi arasındaki ilişkinin araştırılması(Düzce Üniversitesi, 2024) Koçak, Kadir Sezer; Büken, BoraSpor salonlarında egzersiz yapan kişilerde anabolik androjenik steroidlerin kullanımı ve saldırganlık eğilimi arasındaki ilişki, spor psikolojisi ve sağlık alanında önemli bir konudur. Yapılan araştırmalar, anabolik steroidlerin kullanımının saldırganlık eğilimini artırabileceğini göstermektedir. Steroidlerin vücuttaki hormonal dengeleri etkilediği ve agresif davranışlara yol açabileceği bilinmektedir. Bu konuda yapılan bilimsel araştırmalar ve sağlık otoritelerinin önerileri doğrultusunda, anabolik steroidlerin kullanımının saldırganlık eğilimi üzerindeki etkileri üzerine farkındalık oluşturulmalı ve bireylerin sağlıklarını korumak adına bilinçli kararlar almaları teşvik edilmelidir.Öğe Lenalidomid bazlı tedavi alan multiple myelom hastalarında gelişen advers olayların retrospektif değerlendirilmesi(Düzce Üniversitesi, 2025) Çolakel, Çiğdem; Öneç, BirgülÇalışmanın amacı, lenalidomid bazlı tedavi almakta olan Multiple Myelom hastalarında gelişen ve lenalidomid ile ilişkilendirilmiş yan etkileri detaylı bir şekilde incelemektir. Bu retrospektif çalışma, 1 Ocak 2014-31 Aralık 2024 tarihleri arasında hastanemiz hematoloji polikliniğinde takip edilmiş olan ve lenalidomid bazlı tedavi rejimleri almış olan MM hastaları üzerinde gerçekleştirilmiştir. Çalışmaya toplam 75 hasta dahil edilmiştir. Hastaların yaş, cinsiyet, performans durumu, miyelom tipi, hastalık evresi, kemik tutulumu ve plazmositom varlığı, başvuru anındaki laboratuvar verileri, hastaların aldığı tedaviler, OKİT (otolog kök hücre nakli) yapılıp yapılmadığı, yapılamayan hastalarda yapılamama nedenleri, lenalidomid idame ve maruziyet süreleri, lenalidomid tedavisine bağlı gelişen yan etkiler, tedavi sırasında doz azaltma gerekip gerekmediği, doz azaltma nedenleri, lenalidomid tedavisinin kesilmesi gerektiği durumlarda kesilme nedenleri değerlendirilmiştir. Çalışma kapsamında lenalidomid + deksametazon (LenDex), bortezomib + lenalidomid + deksametazon (VRd), karfilzomib + lenalidomid + deksametazon (KRd), daratumumab + lenalidomid + deksametazon (DRd), iksazomib + lenalidomid + deksametazon (İxaLenDex), lenalidomid + siklofosfamid + deksametazon (RCD) ve idame lenalidomid tedavileri sırasında gelişen ve litaratürde lenalidomid ile ilişkilendirilmiş hematolojik, gastrointestinal, dermatolojik, nörolojik, tromboembolik ve sekonder malignite olan yan etkilerin gelişimi değerlendirilmiştir. Çalışmamız sonucunda hastaların epidemiyolojik ve demografik verileri, lenalidomid ilişkili yan etkilerin gelişme sıklığı literatürle uyumlu saptanmıştır. Lenalidomid içeren farklı tedavi rejimlerinde gelişen yan etkiler birbirleriyle kıyaslanmış olup gelişen enfeksiyonlar dışında rejimler arası anlamlı bir fark saptanmadı. Söz konusu yan etkilerin lenalidomid dozunun düşürülmesine veya tedavinin kesilmesine yol açabileceği saptandı.












