Yazar "Esenyel, Zeynep Zafer" seçeneğine göre listele
Listeleniyor 1 - 8 / 8
Sayfa Başına Sonuç
Sıralama seçenekleri
Öğe Arnold Gehlen'de Kültürel Kriz ve Tarihin Sonu(2020) Esenyel, Zeynep ZaferGehlen felsefi antropolojisinden hareketle geliştirdiği kültür ve kurumlar teorisinin ışığında insanlığın bir kriz dönemine girdiğini iddia eder. Gehlen’e göre ilkel dönemlerde insanın eksikliklerini gidermek, yükünü hafifletmek ve yaşamını devam ettirebilmek için doğal bir zorunlulukla oluşturduğu kültür ve kurumlar modern dönemle birlikte insan yaşamını yozlaştırmakta ve tehdit et-mektedir. İnsanın eylemlerine sabit bir arka plan sağlama işlevine sahip olan ilkel kurumların modernizmin katı rasyonalitesinin bir getirisi olarak sosyal düzenin ve kültürün çöküşüne katkı yapmaya başladığını belirten Gehlen, bu çöküşün insan bilincinin kendisinde ölümcül değişikliklere neden olduğunu düşünür. Tüm bunlar ona göre insan dünyasının kesinliğini yitirerek kaypak bir belirsizliğe sürüklenmesine yol açmıştır. İlkel kültürler ile modern kültürler arasında bir karşılaştırma yapan Gehlen için buradan çıkan sonuç, endüstriyel yaşama uygun yaşadığı halde insanın bu varoluş biçimi ile kendi biyolojik yapısıyla daha fazla baş edemeyeceğidir. Gehlen, modern dönemin hızla kültürel bir krize, teknolojik bir egemenliğe ve bireysel varoluşun özerkliğinin yitirilmesine neden olduğunu düşünür. Bu çalışmanın amacı Gehlen’inkültür ve kurumlar hakkındaki görüşlerini ortaya koyarak,modernitenin yol açtığı sorunların tarihi nasıl sonuna getirdiğini tartışmaktır.Öğe Arnold Gehlen’de Kültürel Kriz ve Tarihin Sonu(2020) Esenyel, Zeynep ZaferGehlen felsefi antropolojisinden hareketle geliştirdiği kültür ve kurumlar teorisinin ışığında insanlığın bir kriz dönemine girdiğini iddia eder. Gehlen’e göre ilkel dönemlerde insanın eksikliklerini gidermek, yükünü hafifletmek ve yaşamını devam ettirebilmek için doğal bir zorunlulukla oluşturduğu kültür ve kurumlar modern dönemle birlikte insan yaşamını yozlaştırmakta ve tehdit et-mektedir. İnsanın eylemlerine sabit bir arka plan sağlama işlevine sahip olan ilkel kurumların modernizmin katı rasyonalitesinin bir getirisi olarak sosyal düzenin ve kültürün çöküşüne katkı yapmaya başladığını belirten Gehlen, bu çöküşün insan bilincinin kendisinde ölümcül değişikliklere neden olduğunu düşünür. Tüm bunlar ona göre insan dünyasının kesinliğini yitirerek kaypak bir belirsizliğe sürüklenmesine yol açmıştır. İlkel kültürler ile modern kültürler arasında bir karşılaştırma yapan Gehlen için buradan çıkan sonuç, endüstriyel yaşama uygun yaşadığı halde insanın bu varoluş biçimi ile kendi biyolojik yapısıyla daha fazla baş edemeyeceğidir. Gehlen, modern dönemin hızla kültürel bir krize, teknolojik bir egemenliğe ve bireysel varoluşun özerkliğinin yitirilmesine neden olduğunu düşünür. Bu çalışmanın amacı Gehlen’inkültür ve kurumlar hakkındaki görüşlerini ortaya koyarak,modernitenin yol açtığı sorunların tarihi nasıl sonuna getirdiğini tartışmaktır.Öğe CAZA ÖVGÜ: SARTRE'I DİNLEMEK(2020) Esenyel, Zeynep ZaferVaroluşçuluğun müzikle özel bir bağı olduğu bilinir. Jean-Paul Sartre da özellikle caz müzikle otantik bir ilişki kurmuştur. Müzik hakkında çok fazla yazmamış olmasına rağmen dostu René Leibowitz’in Sanatçı ve Bilinci: Sanatsal Bilincin Diyalektiğinin Anahatları, adlı kitabına yazdığı önsöz, İmgelem,İmgesel; İmgelemin Fenomenolojik Psikolojisi, Edebiyat Nedir? ve Bulantı adlı romanı bize onun müzikle varoluş arasında kurduğu bağlantı hakkında önemli ipuçları verir. Her ne kadar düzyazının sahip olduğu güce erişemese de müzik, varoluşun olumsallığıyla yüzleşmede bulantıyı kesen bir ilaç görevi görür. Sartre düzyazının müzik karşısındaki avantajının iletilmek istenen anlamın düzyazıda bütünüyle ifade edilirken, müzikte muğlak kalması olduğunu düşünür. Buna rağmen Sartre özellikle caz müzik ile varoluş arasında önemli benzerlikler bulunduğunu da ifade eder. Bu yazı Sartre’ın hem kişisel yaşantısı hem de düşüncelerinin içinde caz müziğin izlerini sürerek müzik ve varoluşun anlamı arasında bir ilişki kurmayı amaçlamakta ve müziğin kurtarıcı bir gücü olduğunu keşfettiği haldeSartre’ın yine de onu neden plastik sanatlar arasına geri koyarak düzyazıyı yücelttiğini ortaya koymaya çalışmaktadır.Öğe CAZA ÖVGÜ: SARTRE’I DİNLEMEK(2020) Esenyel, Zeynep ZaferVaroluşçuluğun müzikle özel bir bağı olduğu bilinir. Jean-Paul Sartre da özellikle caz müzikle otantik bir ilişki kurmuştur. Müzik hakkında çok fazla yazmamış olmasına rağmen dostu René Leibowitz’in Sanatçı ve Bilinci: Sanatsal Bilincin Diyalektiğinin Anahatları, adlı kitabına yazdığı önsöz, İmgelem,İmgesel; İmgelemin Fenomenolojik Psikolojisi, Edebiyat Nedir? ve Bulantı adlı romanı bize onun müzikle varoluş arasında kurduğu bağlantı hakkında önemli ipuçları verir. Her ne kadar düzyazının sahip olduğu güce erişemese de müzik, varoluşun olumsallığıyla yüzleşmede bulantıyı kesen bir ilaç görevi görür. Sartre düzyazının müzik karşısındaki avantajının iletilmek istenen anlamın düzyazıda bütünüyle ifade edilirken, müzikte muğlak kalması olduğunu düşünür. Buna rağmen Sartre özellikle caz müzik ile varoluş arasında önemli benzerlikler bulunduğunu da ifade eder. Bu yazı Sartre’ın hem kişisel yaşantısı hem de düşüncelerinin içinde caz müziğin izlerini sürerek müzik ve varoluşun anlamı arasında bir ilişki kurmayı amaçlamakta ve müziğin kurtarıcı bir gücü olduğunu keşfettiği haldeSartre’ın yine de onu neden plastik sanatlar arasına geri koyarak düzyazıyı yücelttiğini ortaya koymaya çalışmaktadır.Öğe Kayıp Göndergeler ve Dişil Eşitsizlikler: Etin Cinsel Politikasını Düşünmek(2020) Esenyel, Zeynep ZaferCinsiyetçilik ile türcülük arasında paralellik kuran bu çalışma, cinsiyet eşitsizliği sorununa kadına bakışın dişihayvana bakışla belirlendiği tespiti üzerinden yaklaşmayı hedeflemektedir. Bu bağlamda ataerkil kültürde dişihayvanın ve kadının kayıp bir göndergeye dönüştürülerek cinsel bir politikaya alet olduğuna dikkat çekilmekteve kadın özgürleşmesinin hayvan problemi aydınlatılmadan gerçekleştirilemeyeceği iddia edilmektedir.Hayvan etinin beslenme alışkanlıklarındaki yerinin ve gerekliliğinin sorgulanması kadın-erkek eşitsizliğindeönemli sonuçlara ulaşmamızı sağlamakta ve kayıp göndergenin dilsel pratiklerde ortaya çıkış sürecini gözlerönüne sermektedir. Görülen odur ki ataerkil bakış sadece kadının değil, ondan çok daha öncesinde dişihayvanın da nesneleştirilmesinden sorumludur. Dahası cinsiyetçiliğin kendisi zaten tam da bu türcü bakışaçısının sonuçlarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle etik bir talep olarak cinsiyet eşitliğinin,insan dışı hayvanları da kapsayacak bir biçimde tüm canlıların çıkarlarını hesaba katan bir ilkeye ihtiyacıvardır. Zira bu, kültürel miras ve cinsel kimliklerden arınmayı, dilde ve düşünmede yepyeni bir yönelimkazanmayı ve etik alanı insan dışı hayvanlara da açmayı gerektirir.Öğe ÖZGÜRLÜĞE MAHKÛMİYET ONTOLOJİK BİR ZORUNLULUK MUDUR? SARTRECI BİR BAKIŞ(2020) Esenyel, Zeynep ZaferJean Paul Sartre’ın “insanın özgürlüğe mahkûm olduğu” ifadesi onun varoluşfelsefesinin en temel varsayımı olarak kabul edilir. Ve Sartre’ın bütün bir varoluşçuğunuözgürlüğü temellendirmek için geliştirdiği düşünülür. Gerçekten deSartre özellikle Varoluşçuluk Bir Hümanizmdir adlı konuşmasında varoluşçuluğakarşı getirilen eleştirilere özgürlük üzerinden yanıt verir. Böyle bakıldığındaSartre’ın özgürlüğe mahkûmiyet fikrinin varoluşçuluk açısından bir çıkış noktasıolduğunu düşünmekte sakınca yoktur. Zira bu çalışmanın göstermek istediği gibi,gerçekte Sartre’ın özgürlük fikri, onun bilincin fenomenolojisine ilişkin düşüncezincirinin ulaştırdığı zorunlu bir sonuçtur. Bu bağlamda özgürlük, bir başlangıçnoktasına değil, aksine zorunlu bir çıkarıma karşılık gelmektedir. Sartre’ın Varlıkve Hiçlik adlı eserinde gerçekleştirdiği bilinç analizinin kavramsal bir sıradaizlenmesi, bilince dair gerçekleştirdiği fenomenolojik tespitlerinin zorunluluklaonu insanın özgür olduğu çıkarımını yapmaya götürdüğünü ortaya çıkarmaktadır.Bu çalışmanın amacı bu bağlantıyı ortaya koyarak Sartre’ın özgürlük fikrininbasitçe ateist oluşundan ya da varoluşçuluğundan kaynaklanmak yerine varlıkve hiçliğin fenomenolojisinin zorunlu bir sonucu olduğunu göstermektir. Sartrevaroluşçu oluşundan önce bir fenomenologtur.Öğe ÖZGÜRLÜĞÜ ÖZGÜR BIRAKMAK: SIMONE DE BEAUVOIR’IN VAROLUŞÇU ETİĞİ ÜZERİNE(2019) Esenyel, Zeynep ZaferSimone de Beauvoir, insanın yalnızca belirsizlik olarak betimlenebileceği iddiası üzerinden temellendirdiği etik anlayışının, bir varoluşçuluk türü olduğunu ifade eder. Beauvoir için belirsizlik, kesinlik arayışı içinde bertaraf edilmesi gereken olumsuz bir özellik değil, aksine varlığın ontolojik bir yapısıdır. Belirsizlik, dünyaya ve insana anlam veren en temel gerçekliktir. Bu bağlamda varoluşçuluğa getirilen eleştirilerle hesaplaşan filozof, etiğin zorunlulukla başkasının özgürlüğüne dayandığını ortaya koyar. İnsanın bireysel özgürlüğü, kaçınılmaz bir biçimde başkalarının özgürlüğüyle iç içe geçmiştir. Böylece bireyselliği aşarak toplumsallığa bağlanan Beauvoir, etik kararların aynı zamanda politik kararlar olduğu sonucuna da ulaşır. Beauvoir özgürlüğü, salt kendisi için istenen en yüksek insani hedef olarak ortaya koyarak, etik bir yaşamla özdeşleştirir. Varoluşçuluk; herkesin, herkesten sorumlu olduğu olgusunu etik bir değer olarak kişinin omuzlarına yükler. Hiçbir şey seçmemenin de bir seçim olduğunun görülmesiyle birlikte, özgürlüklerimizin birbirine dayandığı ve birbirini gerektirdiği anlaşılır. Bu çalışmanın amacı, Beauvoir’ın belirsizlik düşüncesinin varoluşçu bir etik teoriye dönüştüğünü ve özgürlüğün tam da buradan doğduğunu ortaya koymaktır.Öğe Sartre’da Vücudu Var Etmek: Duyguların Büyülü Dünyası(2020) Esenyel, Zeynep ZaferDuyguların genellikle bireyin dışsal nedenlere bilinçsiz olarak verdiği otomatik tepkiler oldukları düşünülür. Oysa Sartre vücudun bilinçle ilişkisini geleneksel zihin-beden düalizminden farklı bir biçimde kurarak duyguların bilinçli birer eylem olduğunu iddia eder. Duygularla ifade edilen davranışların mevcut bir durum karşısında kasıtlı olarak takınılan bir tavır olduğunu ifade eden Sartre için, duygular vücudu var etmenin bir biçimidir. Bu çalışmanın amacı duygulara vücut bulma fenomeni üzerinden yaklaşarak bilincin, vücudu duygu formu altında nasıl var ettiğini ortaya koymak ve vücudun dünyayı algılayışımızdaki yerine dikkat çekmektir.